Benim Sitem

DENEME-ARAŞTIRMA YAZILARI


TARİHİN KISKACINDA BİR AVUÇ TUZ OLMAK

     Tarih, ezeli ve ebedi ve ebedi akış içerisinde hayat alanı, yaşamla mücadele serüvenidir. Tarih yaşamdır, yaşamsa tarih. Öyleyse tarih bizimle beraberdir, hayatın her anıyla iç içedir. Tarihten uzaklaşmak mı boşuna bir çabadır. Öyleyse zamanla tarih ilerler, tarihle de zaman. Zaman içerisinde toplulukların oluşmasıyla, tarihleri de şekillenmeye başlar. Böylece tarihsiz bir toplum, tarihini unutmuş bir toplum düşünülemez, elbette. Tarihi olmayan bir toplum, zamanın ezeli ve ebedi akışından çekip çıkartılamaz. Sürüklenir öylece ve bir başka nehrin sürüklenişine karışır.

    Şimdi, düşünüyorum da tarihe nerden bakmaya başlanmalı? Bizim tarihimiz batıyla mı başladı? Şüphesiz, hayır. Oysaki 1,5 asırdır gövdesine dâhil olmakla müşerref olduğumuzu düşündüğümüz o koca deniz,”Batı” olmuştur. Hâlbuki ne çabuk unuttuk bir zamanlar bir çınarın gölgesindeydik, üç kıtaya biz hükmediyorduk; bir zamanlar güneş de, deniz de bizdik. O koskoca deryaya nasıl kıyıp da içebildik son damlasına kadar, bu ulu güneşi gökten yere çarpıp da nasıl söndürebildik, nasıl… Nasıl oldu da kendi nehrimizin yolunu kesip başka nehirlere yönelerek kaynağımızı, aslımızı kurutur olduk.

      Ben böyle düşünürken tarihin tozlu raflarının arasından birisi çıkageldi karşıma. Necip FAZIL’dı bu ulu kimse. Ey, evlat! Diyordu bana içten içe.”Tarih bir masal albümü değildir. Tarih, bir kıymet hükmü tablosu…”dedi, ta derinden. O, tarihi, bir hesaplaşma zemini olarak görüyordu. Bir dava olarak görüyordu, tarihin derinliklerinde yalandan yazılmış tarihle savaşmayı. Osmanlı’yı, bir güneşi arıyordu; ama bir türlü bulamıyordu. Güneş ceplerimizde kaybedilmişse, o ceplerin ağızlarını dikmek değil, içini dışına çıkarmak, kumaşı ters yüz etmek istiyordu, kendince. O tarihi gerçekler üzerine, yeniden, ayakları üzerine oturtmak ve böylece kendi davasının gereklerini uygulamak istiyordu. İşte, bu dava hareketi içinde Fazıl,”tuz ve şarap” örneğini hedef gösteriyordu. Kendisini, yıllanmış bir şarap fıçısının içine atılmış bir tuz gibi görüyordu.. Onun çektiği tüm çileler, ıstıraplar bir avuç tuz olmak gayesiyleydi... İşte, bu tuz tarihin damarlarına karıştığında onun içindeki zararlı unsurları ayıklayıp tertemiz kılacak ve aynı malzemeyi bu defa yararlı, kullanılabilir bir hale getirecekti.

Böylece, Fazıl, davasında kararlı adımlarla yürürken, Ulu Hakan II. Abdülhamid Han’ın tarihe bakışıyla yol almaktaydı. Fazıl’ın bakışıyla II. Abdülhamit, Türk’ün özünün ve temel varlığının, hakkı gasp edilmiş, mağdur kurtarıcısıydı. O,nehrimizin sularını batıya çevirenlere karşı son nefesine kadar mücadele etmişti. Ona göre Abdülhamid’i anlamak tarihin tozlu raflarındaki tozun kalkıp hakikatin tecelli etmesi demekti. Fazıl, onu anlamak gayesiyle, davasını sürdürmeye çalışıyordu. II. Abdülhamid’in davasını kendi davası gibi sahiplenmişti ve bu davada bir avuç tuz olmak istiyordu. Necip Fazıl, beyinlerimizi 1,5 asırdır uyuşturan şarap fıçısına dalarken, avuçlarında tuttuğu tuzun kristallerinde hep Abdülhamit portresi gezindiriyor ve tarihin kıskacında bir avuç tuz olmak istiyordu.

 O tuzun kıymetini bilmek dileğiyle.                                              

     YusufYILMAZ



Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol